1. İftitah Tekbiri
İftitah "başlamak, kapıyı açıp girmek" anlamındadır. İftitah tekbiri (tahrîme),
namaza başlarken alınan tekbir olup "Allahüekber" cümlesini söylemektir. İftitah
tekbiri, bütün mezhep imamlarına göre farz olmakla birlikte Hanefî imamlar bunu
rükün değil şart olarak, diğer üç mezhep imamı ise rükün olarak
değerlendirmiştir. İftitah tekbiri Hanefî mezhebinde rükün değil şart olmakla
birlikte, rükünlere çok yakın oluşu sebebiyle bir rükün gibi değerlendirilmesi
ve rükünler arasında ele alınması yanlış olmaz.
İftitah tekbirinin şart veya rükün kabul edilmesi şeklindeki görüş ayrılığının
pratik sonucu şudur: Bir kimsenin setr-i avret, necâsetten tahâret veya istikbâl-i
kıble şartını, iftitah tekbirinden sonra yerine getirmesi durumunda kıldığı
namaz, iftitah tekbirini şart sayanlara göre geçerli, rükün sayanlara göre ise
geçersizdir. Söz gelimi kolu başı açık olarak tekbir alıp namaza duran bir kadın
iftitah tekbirinden sonra kolunu başını örtse Hanefî imamlara göre namazı
geçerli, ötekilere göre geçersizdir.
Bilen ve söylemekte güçlük çekmeyen kişi iftitah tekbirinde Allahüekber
demelidir. Allah'ı yüceltme, O'nun büyüklüğünü ikrar anlamı taşıyan "Allahü
kebîr", "Allahü azîm" gibi başka sözlerle tekbir alındığında, farz yerine gelmiş
olur. Fakat "estağfirullah" (Allah'tan bağışlanmak dilerim) veya "bismillah"
gibi dua anlamı taşıyan ifadelerle tekbir alınacak olursa farz yerine gelmiş
olmaz. Yine bir kimse Arapça dışında bir dilde tekbir getirecek olsa, Ebû
Hanîfe'ye göre bu da yeterlidir.
Hz. Peygamber'in tekbir alırken ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığına dair
rivayet bulunduğu gibi, kulak hizasına veya kulaklarının üstü hizasına kadar
kaldırdığına dair rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin birleştirilmesi
durumunda, tekbir alırken başı hafifçe öne eğerek başparmak kulak memesine
değecek şekilde elleri kaldırmanın uygun olduğu belirtilmiştir.
Tekbir cümlesinde "Allah" kelimesinin ilk harfi olan A harfini uzatarak "Âllah"
yahut "Aallah" veya "Eallah" diye tekrarlayarak okumak câiz değildir. Bu şekilde
okumak mânayı bozacağı için, farz yerine getirilmemiş ve namaz geçersiz olur.
İmama uymak üzere ayakta alınan iftitah tekbirinin tamamen kıyam halinde
alınması şarttır. Buna göre, rükû halinde bulunan imama uyacak olan kimse, kıyam
halinde Allah deyip, ekber lafzını rükûa vardıktan sonra diyecek olsa, imama
uyması sahih olmaz.
2. Kıyam
Kıyam "doğrulmak, dikelmek, ayakta durmak" demektir. Namazı oluşturan ana
unsurlardan biri olarak kıyam, iftitah tekbiri ve her rek`atta Kur'an'dan
okunması gerekli asgari miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta durmak anlamına
gelir.
Farz ve vâcip namazlarda ve Hanefî mezhebinde benimsenen görüşe göre sabah
namazının sünnetinde kıyam bir rükündür. Gücü yeten kişi bu rüknü yerine
getirmeden, meselâ oturarak farz veya vâcip bir namaz kılarsa namazı geçerli
olmaz. Yine bir kimse, çekiliverse düşeceği bir tarzda, duvara veya bastona
yaslanarak namaz kılacak olursa, namazı geçersiz olur. Nâfile namazlarda ise
kişi, ayakta durmaya gücü yettiği halde oturarak da namaz kılabilir.
Hasta veya ayakta durmaya gücü yetmeyen kişiden kıyam vecîbesi düşer. Bu kişi
oturmaya güç yetiriyorsa, namazı oturarak kılar. Bu durumda oturma, o kişi için
hükmen kıyam yerine geçer. Oturmaya da gücü yetmiyorsa nasıl kılabiliyorsa öyle,
uzanarak veya ima ederek kılar.
3. Kıraat
Sözlükte "okumak" anlamına gelen kıraat, "Kur'an okumak" demektir. Namazda bir
miktar Kur'an okumak gerekir. Namazda Kur'an, kıyam halinde iken yani ayakta
dururken okunur. Namazda okunması gereken asgari miktar, kısa üç âyet veya buna
denk bir uzun âyettir. Namazın asıl iskeletini oluşturan ve biçimini veren
kıyam, rükû ve secde gibi rükünlere nisbetle kıraat, namazın zâit rüknü olarak
kabul edilir. Bu yüzden, kıyam, rükû, secde ve son oturuş, gerek cemaatle namaz
kılarken gerekse tek başına namaz kılarken terkedilmediği halde, kıraat, imama
uyan kişiden düşer.
Kıraat nâfile namazların, vitir namazının ve iki rek`atlı namazların bütün rek`atlarında,
dört veya üç rek`atlı farz namazların ise herhangi iki rek`atında olması
farzdır. Kıraatin ilk iki rek`atta olması ise vâciptir. İkinci rek`attan sonraki
rek`at veya rek`atlarda Fâtiha sûresini okumak Hanefî imamlardan yapılan bir
rivayete göre vâcip, diğer bir rivayete göre ise sünnettir.
Hanefîler'in farz namazların ilk iki rek`atı dışında Fâtiha sûresinin okunmasını
sünnet kabul etmeleri, farz namazları iki rek`at esası üzerine
değerlendirmelerinin bir sonucudur. Seferde dört rekatlı namazların kısaltılıp
iki rek`at olarak kılınması gerektiğindeki ısrarlarının da bu noktayla ilgisi
vardır.
Kıraat konusundaki bu kurallar, Hanefî mezhebinde, imam olan için ve tek başına
kılan için söz konusudur. İmama uyan kişinin kıraat yükümlülüğü yoktur; kılınan
namaz açıktan (cehrî, âşikâre) okunan namaz ise imamı dinler, değilse susar.
Diğer üç mezhepte ise kıraatin asgari miktarı her rek`atta Fâtiha sûresinin
okunmasıdır. İlk iki rek`atta Fâtiha'dan sonra Kur'an'dan bir sûre veya birkaç
âyet daha okumak (zamm-ı sûre) sünnettir. Bu mezheplerde kıraat, imam ve yalnız
başına kılan için olduğu gibi imama uyan için de geçerlidir. Şu var ki imama
uyan kişi, sessiz namazda Fâtiha'yı ve ardından eklenecek bir sûreyi, sesli
namazda ise Şâfiîler'e göre sadece Fâtiha'yı okur; Mâlikî ve Hanbelîler'e göre
bir şey okumayıp sadece dinler. Ahmed b. Hanbel'e göre, tercihen hem dinlemeli,
hem de imam ara verdiğinde okumalıdır.
Besmele Şâfiî mezhebine göre Fâtiha sûresinden bir âyet olduğu için, besmelenin
okunması da kıraat vecîbesinin bir parçasıdır, yani namazın farzlarındandır.
aa) Kur'an Meâliyle Kıraat
Fakihlerin namazda kıraat rüknünü diğer rükünlerden daha hafif tuttuğu, bunun
yerine getirilmesinde âzami kolaylıklar gösterdiği, hatta bazan imama uyan
kimsede olduğu gibi bunu aramadığı görülür. Bunun için de kıraat rüknünün ifası
için bir âyetin okunması yeterli görülmüş, böylece Arapça bilmeyenlerin veya
telaffuzda zorlananların da yerine getirebileceği ortalama bir ölçü konulmuştur.
On dört asırlık İslâm geleneği içinde, namazda kıraatın ana dille olması
taleplerinin ve bunu konu olan tar-tışmaların ciddi ölçekte gündeme gelmeyişi de
bu kolaylıktan kaynaklan-maktadır.
Kıraatin namazda farz olması, Kur'an'ın tanımında mâna ve lafız ayırımını veya
böyle bir ayırımın yapılıp yapılamayacağını da gündeme getirmiştir. Fakihlerin
çoğunluğu böyle bir ayırıma gerek görmezken Ebû Hanîfe'nin Kur'an tanımında
mânaya öncelik verdiği, lafzı da bu anlamın kalıpları olarak gördüğü
bilinmektedir. Ancak bu tartışma namazdaki kıraat rüknünün ifa şekline ilişkin
olup, bütün fakihlere ve İslâm bilginlerine göre ibadetin biçimi haricinde ,
Kur'an'ın anlamının öncelikli olduğu, onu okumaktan ziyade anlamanın ve
içeriğiyle ilgili tefekkürün ana gayeyi teşkil ettiği kuşkusuzdur.
Ebû Hanîfe'den başka bütün müctehidlere göre Arapça ezberleyip okuyabilen
kimselerin namazda Kur'an'ı asıl dilinden Kur'ân'dan okumaları farzdır. Hanefî
mezhebine göre Arapça'ya dili dönmeyen veya ezberleyemeyen kimseler öğreninceye
kadar namazda Kur'an'ı (anlamını, meâlini) kendi dil-lerinde okuyabilirler.
"Zelletü'l-karî" bahsinde görüleceği üzere "Namazda, kıraat rüknü yerine
getirilirken Kur'an'dan olmayan bir kelime okunursa namaz bozulur."
Namazda önemli olan ibadet şuurudur. Okuduğunun mânasını da bilmek ve namazda
bunu düşünmek isteyenler, okuyacakları Kur'an'ın namazdan önce meâlini okurlar,
mânasını buradan anlarlar, namazda Kur'an'ı asıl dilinden okurken bu mâna ve
içerik üzerinde düşünebilirler. Ancak namazın şekli açısından daha önemli ve
gerekli olan, mânayı anlamak ve düşünmek değil, ibadet bilinciyle belli bir
biçim ve davranışın yerine getirilmesidir. Kaldı ki, dinî âyin ve törenlerin
hemen bütün din ve inanışlarda belli bir sembolizm ve biçimsellik içerdiği
bilinmektedir. Hatta ibadetin haz ve gizeminin biraz da bu biçimde saklandığı
söylenebilir.
bb) Gizli ve Açık Okumanın Ölçüsü
Bir yazıyı hiç ses çıkarmadan ve dili dahi kıpırdatmadan okumak mümkündür ve
buna Türkçe'de "içinden okumak veya sessiz okumak" denildiği gibi "gözüyle
süzmek" de denilir. Ezberlenmiş herhangi bir metni meselâ bir şiiri dili hareket
ettirmeden ve ses çıkarmadan tekrarlamak ise "içinden okumak" olarak
adlandırılmaz, belki "içinden geçirmek, zihinden tekrar etmek" denir; fakat
anlam olarak içinden okumaya yakındır. Bir yazıyı fısıltı ile kendisi veya
yakınında bulunanların duyabileceği bir tonla okumaya "alçak sesle okumak", bu
şekilde bir iki kişinin duyabileceği bir sesle konuşmaya ise "fısıldamak,
fısıltı ile konuşmak, alçak sesle konuşmak" denilir.
Namazda kıraatin cehrî yapılmasının anlamı, başkalarının duyacağı ses tonuyla
okumak demektir. Buna açıktan okumak veya yüksek sesle okumak denilmektedir.
Kur'ân'ı açıktan okumanın anlamı belli olduğu için bu konuda görüş ayrılığı
olmamıştır. Fakat hafî okuyuşun anlamı ve tanımlanması konusunda farklı görüşler
bulunmaktadır.
Fakihler ezberlenmiş olan Fâtiha sûresinin ve diğer sûrelerin namazda dili
kıpırdatmaksızın ve ses çıkarmaksızın zihinden tekrarlanmasını okuma (kıraat)
saymamışlardır; yani böyle yapmakla, namazın rüknü olan kıraatin yerine
getirilmiş olmayacağını söylemişlerdir. Hiç ses çıkarmamakla birlikte harfleri
diliyle düzeltmenin okuma sayılıp sayılmayacağı ise tartışmalıdır. Dilin
hareketinin okuma sayılmayacağını söyleyenlere göre kendi duyabileceği bir
sesle, fısıldar gibi, harfleri yerlerinden çıkartmak ve niteliklerini uygulamak
suretiyle kıraat etmek en doğrusudur. Kimi âlimler ise, ezberdeki bir sûreyi ses
çıkarmadan fakat dili hareket ettirerek tekrarlamanın okuma sayılacağını
söylemişlerdir. Bu konuda kesin bir ölçü getirmek zor olduğu için namaz kılan
kişi, kendisi hangi durumda daha fazla huşû ve kalp huzuru duyuyorsa o şekilde
davranmalı; başkalarıyla birlikte toplu olarak namaz kılınan yerlerde
başkalarının huşû ve kalp huzurunu ihlâl edecek şekildeki okumalardan
kaçınmalıdır. Genellikle açıktan okumanın alt sınırı, bir başkasının
işitebileceği derecede yüksek sesle okumak şeklinde, gizli okumanın üst sınırı
ise en fazla kendi işiteceği şekilde okumaktır.
Alçak sesle okumanın tarifi yapılırken, dayanılan gerekçelerden biri "Velâ
techer bi salâtike velâ tuhâfit bihâ vebtaği beyne zâlike sebîlâ" (el-İsrâ
17/110) âyetidir. İçinde geçen "salât" kelimesine iki farklı anlam verildiği
için bu âyet iki farklı şekilde anlaşılmaya müsaittir. Kimileri âyette geçen
salât kelimesine kıraat (Kur'an okuma), kimileri de dua anlamı vermişlerdir. Her
iki anlamı destekleyen rivayetler de bulunmaktadır. Âyete verilen birinci anlam
"Kur'an okurken sesini yükseltme, tamamen de kısma; bu ikisi arasında bir yol
tut" şeklindedir. Bu anlamı destekleyen rivayet İbn Abbas'tan gelmektedir. İbn
Abbas'ın ifadesine göre, Hz. Peygamber yüksek sesle Kur'an okuyordu. Bunu duyan
kâfirlerin, Kur'an'a, onu getirene, gönderene ve Kur'an'ın geldiği kişiye
sövmeleri üzerine Hz. Peygamber hiç kimse duymayacak derecede sesini kıstı.
Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi (Buhârî, "Tefsîr", 17, 14/V, 229).
Âyete verilen ikinci anlam "Dua ederken sesini yükseltme, tamamen de kısma. Bu
ikisi arasında bir yol tut" şeklindedir. Bu anlamı destekleyen husus Hz.
Âişe'nin, âyette geçen salât kelimesini dua olarak açıklamış olmasıdır (Buhârî,
V, 229; Müslim, "Salât", 31/I, 329-330). Salât kelimesinin Kur'an'da, Hz.
Peygamber'in sözlerinde ve Arap dilinde hiçbir şekilde kıraat anlamına gelecek
biçimde kullanılmayıp "dua" anlamında kullanıldığı, ayrıca âyetin baş tarafında
"De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangi isimle dua etseniz, en
güzel isimler O'nundur" denilerek dua etmenin emredildiği veya duadan
bahsedildiği dikkate alınınca bu ikinci anlamın daha uygun olduğu söylenebilir.
cc) Zelletü'l-karî
Namazda kıraat ederken her rek`atta okunan Fâtiha sûresinin ve arkasından
eklenmek üzere birkaç sûrenin iyi ezberlenmesi ve okuyuşlarda titiz davranılması
gerekeceği bellidir. Bununla birlikte Kur'an okurken çeşitli sebeplerle okuma
hatası yapılabilir. Bu okuyuş hataları ve dil sürçmesi fıkıh terminolojisinde "zelletü'l-karî"
olarak adlandırılır. Okuyuş hatası, Arap olan olmayan herkes için söz konusu
olabilir. Arapça bilmeyenler için ayrıca telaffuz ve hareke problemi de söz
konusudur. Âlimler okuyuşta yapılan hataların, kıraat şartının yerine gelip
gelmediğine, dolayısıyla namazın sahih olup olmadığına etkisi üzerinde düşünmüş
ve bunun için birtakım ölçüler getirmişlerdir. Fakat getirilen ölçü daha ziyade
anlamın bozulması, değiştirilen kelimenin Kur'an'da olup olmaması gibi, yine
Arapça bilmeyen kişilerin tam olarak farkına varamayacağı teknik hususiyetler
içerdiği için Arapça ile meşgul olmamış kişiler açısından bu bilgi ve ölçülerin
fazla pratik değeri yoktur. Bu bakımdan, bu ölçülere genel olarak işaret edip,
sıklıkla karşılaşılabilecek bazı durumlara ilişkin hükümlere işaret etmeyi
yeterli bulmaktayız.
1. Namazın rükünlerinden biri olan kıraati ifa ederken Kur'an'ın bir kelimesinin
dahi anlam bozulacak şekilde kasten değiştirilmesi halinde namaz bozulur.
Kasıtsız olarak yanlışlık yapmak durumunda esas alınacak ölçü, değiştirilen
lafzın Kur'an lafızlarından olup olmadığına bakılmasıdır. Eğer Kur'an
lafızlarından olmayan bir lafız okunmuş olursa namaz bozulur. Okunan şey Kur'an
lafızlarından olduğu sürece zabt ve i`rabında ve mânada bir bozukluk (halel)
olsa bile namaz fâsid olmaz. Yine kelime sonlarındaki hareke yanlışları, anlamı
değiştirse bile namaz bozulmaz.
2. Bir harf yerine başka bir harf okumak: Bu harfler sin ve sad harfi gibi
mahreç yakınlığı bulunan harflerden ise namaz bozulmaz. Meselâ, "Allahü's-samed"
diyecek yerde "Allâhü's-semed" demek "felâ takher" diyecek yerde "felâ tekher"
demek, "fethun karîb" diyecek yerde "fethun garîb" demek namazı bozmaz. Fakat
âlimlerin çoğunluğu "Allahü ehad" yerine "Allahü ehat" okumanın namazı bozacağı
görüşünde oldukları için, İhlâs sûresini okurken "dâl" harfini, "te" gibi
okumamaya dikkat etmek gerekir.
3. Mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı
için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi
durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Meselâ "dât" yerine "dâl", "zâl"
veya "zı" harfinin okunması böyledir.
4. Şeddeli harfi şeddesiz veya şeddesiz harfi şeddeli, uzun okunacak yerde kısa
veya kısa okunacak yerde uzun, idgam yapılacak yerde idgamsız veya idgam
yapılmayacak yerde idgam yaparak okumakla namaz bozulmaz. Meselâ "iyyâke na`büdü"
diyecek yerde "iyâke na`büdü" demekle namaz bozulmaz.
5. Kelimenin bir parçası kesilse, meselâ "el-hamdü?" diyecekken, unutmak veya
nefesi yetmemek veya nefesi bir sebeple tıkanmaktan dolayı, "el?" deyip,
durduktan sonra "el-hamdü?" denilse veya okunacak kelime hatıra gelmeyip başka
bir kelimeye geçilse çoğunluğa göre namaz bozulmaz. Çünkü bu durumlarda zaruret
ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum (umûm-ı belvâ) vardır.
6. Eğer âyete bir harf ilâve edilse, mâna değişmiyorsa namaz bozulmaz. Buna
mukabil, "Allahüekber" ifadesinin başına bir "e" harfi eklenecek olsa, anlam
bütünüyle değişeceği ve inanç noktasından riskli bir anlam çıkacağı için namaz
bozulur. Çünkü "Allahüekber" sözünün anlamı, "Allah en büyüktür" şeklinde olup
başına "e" harfi eklendiği zaman "Allah en büyük müdür?" şekline dönüşmektedir.
7. Anlam bozulmadığı takdirde kelimelerin yerinin değişmesiyle namaz bozulmaz.
Meselâ "fîhâ zefîrun ve şehîkun" yerine "fîhâ şehîkun ve zefîrun" okunmasıyla
namaz bozulmaz. Fakat anlam değişirse namaz bozulur.
8. Bir kimse namazda fâhiş hata ile okuduktan sonra, dönüp yeniden düzgün
şekilde okursa namazı câiz olur.
9. Kıraat esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre Fâtiha dışındaki okuyuşlarda kasıtlı olmamak şartıyla
meydana gelen hata sebebiyle namaz bozulmaz. Bu bakımdan, özellikle Fâtiha'yı
hatasız öğrenmeye, doğru ezberleyip doğru okumaya çalışmak iyi olur.
4. Rükû
Rükû sözlükte "eğilmek" anlamına gelir. Namazın ana unsurlarından olan rükû,
eller dizlere erecek şekilde öne doğru eğilmek demektir. Hz. Peygamber'in
uygulamasına en uygun rükû şekli, sırt ve baş düz bir satıh oluşturacak biçimde
eğilmektir. Tarif edilen bu rükû duruşunda bir müddet beklemek (tuma'nîne) ve
yine rükûdan doğrulup, secdeye varmadan önce uzuvları sakin oluncaya değin bir
süre kıyam vaziyetinde beklemek (kavme) ta`dîl-i erkânın birer parçası
olduğundan, Ebû Yûsuf'a ve Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre tuma'nîne ve
kavme farzdır. Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre ise vâciptir. Bu tume'nîne ve kavme
süresinin asgari ölçüsü "sübhânellâhi'l-azîm" diyecek kadar durmaktır.
5. Secde
Secde sözlükte "itaat, teslimiyet ve tevazu içinde eğilmek, yere kapanmak, yüzü
yere sürmek" anlamına gelir. Namazın her rek`atında belirli uzuvları yere veya
yere bitişik bir mahalle koyarak iki defa yere kapanmak namazın
rükünlerindendir. Hz. Peygamber'in uygulamasına en uygun secde yüz, eller,
dizler ve ayak parmaklarının üzerine olmak üzere yedi uzuv üzerinde yapılanıdır.
Bununla birlikte bunlardan bir kısmı ile yetinildiğinde secdenin geçerli olup
olmayacağı konusunda mezhepler arasında farklılıklar vardır. Hanefî mezhebinde
farz olan, alnın ve ayakların hiç değilse bir ayağın yere dayanmasıdır. Burnun
konması vâcip, ellerin ve dizlerin konması ise sünnettir. Tercih edilen görüşe
göre, bir ayağın sadece bir parmağını veya sadece üstünü yere koymak yeterli
değildir. Yine bir mazeret (özür) yokken alnı yere değdirmeden sadece burun
üzerine secde yeterli olmaz.
Hanefîler'den Züfer ile Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, yedi uzvun (eller,
ayaklar, dizler ve yüz) her birinin bir kısmının yere değdirilmesi farzdır.
Şâfiîler'e göre avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere
gelmesi gerekir. Mâlikî mezhebinde farz olan, secdenin alnın bir kısmı üzerinde
yapılmasıdır. Özür sebebiyle bunu yapamayan ima ile secde eder. Sadece burnun
üzerine secde edilmesi yeterli değildir.
Secdede ve iki secde arasında bir miktar beklemek (tume'nîne), rükûdaki
tume'nînenin hükmüyle aynıdır.
6. Ka`de-i Ahîre
Ka`de-i ahîre "son oturuş" demektir. Namazın sonunda bir süre (teşehhüt miktarı)
oturup beklemek namazın rükünlerindendir. İki rek`atlık namazlardaki oturuş,
daha önce oturuş bulunmadığı için son oturuş sayılır.
Son oturuştaki süre Hanefîler'e göre "teşehhüt" miktarıdır. Teşehhüt miktarı
ise, "Tahiyyât" duasını okuyacak kadar bir süredir. Şâfiî ve Hanbelîler'de ise
farz olan oturuş süresi teşehhüt miktarına ilâveten bir de Hz. Peygamber'e
salavat getirilebilecek ("Allahümme salli alâ Muhammed" diyecek) kadardır.
Mâlikî mezhebine göre farz olan, hiç değilse selâm vermeye elverişli bir süre
oturmaktır.
Namaz ibadetinin ana çatısını oluşturan şartlar ve rükünler bunlar olmakla
birlikte, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ta`dîl-i erkân ve namazdan kendi fiili
ile çıkmak da fakihlerin bir kısmına veya çoğunluğuna göre namazın farz veya
vâcipleri arasında sayılır. Bu sebeple bu iki kavram hakkında burada bilgi
verilmesi yerinde olur.
Ta`dîl-i Erkân
Ta`dîl-i erkân, rükünleri düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Ta`dîl-i
erkâna riayetin sonucunda rükünler şekil olarak düzgün ve kıvamında yerine
getirilmiş olur. Böylece kişi namazını üstün körü değil, "dört başı mâmur"
kılmış olur. Ta`dîl-i erkâna yakın anlamda kullanılan "tuma'nîne" kelimesi,
yapılmakta olan rüküne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi ve yapılan işin
içe sinmesi halini ifade eder ki ta`dîl-i erkâna riayetin sonucudur. Ta`dîl-i
erkân özellikle rükûda, rükûdan doğrulmada, secdede ve iki secde arasındaki
oturuşta söz konusu olur.
Hanefî mezhebi eserlerinde rükûda "tuma'nîne"nin, rükûdan doğrulduktan sonra bir
süre ayakta beklemenin (kavme) ve iki secde arasında bir süre ("sübhanellâhi'l-azîm"
diyecek kadar) oturarak beklemenin (celse) sünnet olduğu kaydedilmekle beraber
kuvvetli görüşe göre bunlar ta`dîl-i erkânın birer boyutu olmak bakımından
vâciptir.
Ta`dîl-i erkân, Ebû Yûsuf'a ve Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, ayrı
bir rükün veya rüknün şartı olması itibariyle farzdır. Hanefî mezhebine göre (Ebû
Hanîfe ve Muhammed'e göre) ise vâciptir.
Namazdan Kendi Fiili ile Çıkmak
Ebû Hanîfe'ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek ve
iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması namazın rükünlerindendir. Ebû
Yûsuf ve Muhammed'e göre ise teşehhüt miktarı oturmakla namaz rükünleri
itibariyle tamamlanmış olur. Bu görüş ayrılığının ayrıntı sayılabilecek bazı
fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse ka`de-i ahîrede teşehhüt miktarı
oturduktan sonra kendi isteği ile, namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese, meselâ
kendisine verilen selâmı almak veya hapşırana "çok yaşa" veya "yerhamükellâh"
demek gibi bir şekilde konuşsa, her üç imama göre de namazı tamam sayılır. Fakat
teşehhüt miktarı oturduktan sonra, kendi isteği dışında bir sebeple namazı
bozulsa Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre bu kişinin namazı tamamdır, Ebû Hanîfe'ye
göre ise tamam değildir. Hemen abdest alıp kendi istek ve iradesiyle (ihtiyar)
namazdan çıkmazsa namazı geçersiz olur ve yeniden kılması gerekir. Yine son
oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle
namazdan çıkmadan namaz vakti çıksa, bu kişinin namazı iki imama göre tamamdır.
Ebû Hanîfe'ye göre ise fâsiddir.
Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre namazdan çıkmak için birinci selâmın
verilmesi; Hanbelî mezhebine göre de iki tarafa selâm verilmesi farzdır. Hanefî
mezhebine göre ise selâm farz değil, vâciptir.
Hanefîler, Hz. Peygamber'in bazan teşehhüt miktarı oturduktan sonra, selâm
vermeden arkadaşlarına dönerek konuşmak gibi bir fiille namazı tamamladığını
bildiren rivayetleri dikkate alarak namazdan selâmla çıkmayı rükün
saymamışlardır.
Namazın Rükünleri | Şerafeddin Kalay'ın Siyer Vakfı'nda düzenlenen Samed Medresesi kapsamında yapmış olduğu Fıkıh derslerinden; "Namazın Rükünleri" başlıklı dersi