a) Peygamber Kavramı ve Peygamberlere İman
Peygamber, Farsça'da "haber taşıyan ve elçi" anlamlarına gelir. Dinî terim
olarak, "Allah'ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve
yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi"ye peygamber denir.
Arapça'da, peygamber kelimesinin karşılığı olarak, gönderilmiş ve elçi demek
olan resul ve mürsel kelimesi kullanılır. Terim olarak resul ve mürsel, yeni bir
kitap ve yeni bir şeriatla insanlara gönderilen peygambere denilir. Çoğulları "rüsul"
ve "mürselûn"dür. Nebî de Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara haber veren,
fakat yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, önceki bir peygamberin
kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye görevli olan peygamberdir. Çoğulu "enbiyâ"dır.
Risâlet ve nübüvvet kelimeleri masdar olup, peygamberlik anlamına gelmektedir.
Peygamberlere iman, imanın altı esasından biridir. Peygamberlere iman demek,
insanlara doğru yolu göstermek için, Allah tarafından seçkin kimselerin
gönderildiğine, bu kimselerin Allah'tan getirdiği bütün bilgilerin gerçek ve
doğru olduğuna inanmak demektir. Yüce Allah her müslümana, aralarında herhangi
bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır:
"Peygamber de kendisine Rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler de. Her
biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah'ın
peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..." (el-Bakara 2/285).
Bu sebeple peygamberlerin bir kısmına inanıp, diğerlerini tasdik etmemek küfür
sayılmıştır:
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini
birbirinden ayırmak isteyip bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız
diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten
kâfirler bunlardır..." (en-Nisâ 4/150-151).
Kur'an'da da belirtildiği gibi yüce Allah, asırlar boyunca peygamberler
göndermiş, insanları onlar aracılığıyla gerçeği benimseyip yaşamaya çağırmıştır.
Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığı Kur'an'da
şöyle dile getirilmektedir:
"(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber bulunagelmiştir" (el-Fâtır
35/24),
"Allah'a andolsun ki biz senden önceki ümmetlere de peygamberler
göndermişizdir..." (en-Nahl 16/63; ayrıca bk. Yûnus 10/47).
Peygamberlik, Allah vergisidir. Çalışma, ibadet ve taatla elde edilemez. Allah,
peygamberlik yükünü taşıyabilecekleri ve lâyık olanları bilir ve dilediğini
peygamber olarak seçer:
"Bu, Allah'ın lutfudur. Onu dilediğine verir..." (el-Cum`a 62/4).
Bu seçimde mal, mülk, şan, şöhret ve makam etkili değildir.
Her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda da orta yolu gözeten İslâm, onları
ilâh mertebesine çıkartmamış, Allah'ın elçisi ve kulu saymıştır. Biz
peygamberlerin vahiyle şereflendirilmiş ve diğer insanlarda bulunmayan
niteliklere sahip, seçkin kişiler olduklarını kabul ederiz. Fakat onların
hiçbirisinde Tanrılık özelliği olmadığına, Allah'ın müsaadesi dışında fayda
sağlama ve zararı giderme güçlerinin bulunmadığına, Allah'ın bildirdikleri
dışında gaybı bilmediklerine inanırız (bk. el-Mâide 5/72-73, 75; el-A`râf 7/188;
et-Tevbe 9/30).
Peygamberler sadece dini tebliğle yetinmemişler, dinî esasları açıklamışlar,
sonra ümmetlerine öğretmişler, onları eğitip kötülüklerden arındırmışlardır. Bu
işleri yaparken davalarından tâviz vermemişler, bu uğurda pek çok eza ve
sıkıntıya göğüs germişlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi, peygamberlik Hz. Muhammed ile son
bulmuştur:
"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın
resulü ve peygamberlerin sonuncusudur..." (el-Ahzâb 33/40).
Artık ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun getirdiği mesaj da kıyamete
kadar sürecektir. Hz. Muhammed'den sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da
yeni bir kitap getireceği konusunda ortaya atılan iddialar, Kur'an'ın bu apaçık
hükmünü, Hz. Muhammed'in "hâtemü'n-nebiyyîn" (peygamberlerin sonuncusu) olduğu
inancını inkârdan başka bir şey değildir.
b) Peygambere Olan İhtiyaç ve Peygamber Gönderilmesindeki Hikmet
İnsanların gerçek birer yol gösterici olan peygamberlere ihtiyacı vardır. Her ne
kadar insan yaratılırken akıl, bilinç, idrak, seçme imkânı gibi birtakım
yeteneklerle donatılmış ve bu yetenekler sayesinde kendisi, çevresi ve diğer
yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmiş olsa da bütün bunlar sınırlı ve kendi
gücü oranındadır. İnsanın gücünü aşan konularda ve yeterli olamadığı hususlarda
yahut da gücü dahilinde olup da dış çevrenin olumsuz etkisiyle gerçeğe
ulaşamadığı hususlarda elinden tutulması ve yolunun aydınlatılması
gerekmektedir. İşte yarattığı insanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah,
hikmetinin, lutuf ve yardımının bir sonucu olarak insanlara peygamberler
göndermiştir. Bunun dışında insanların peygamberlere ihtiyaç duymalarının
sebepleri arasında şunları söylemek mümkündür:
1. İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlığını, birliğini anlayabilirlerse de,
bunun ötesinde O'na ait birtakım yüce sıfatları tamamen anlayamazlar. Allah'a
nasıl ibadet edileceğini, âhiretle ilgili durumları dosdoğru bilemezler. En kısa
ve pürüzsüz bir yoldan giderek dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmak, fikir ve
ahlâk yönüyle yükselmek, ancak peygamberlerin öğrettiği buyrukları yerine
getirmekle mümkün olabilir. İşte yüce Allah, insanların bu ihtiyacını gidermek
için peygamberler göndermiştir.
2. Eğer peygamber gönderilmemiş olsa insanlar, gerçek, iyi, doğru ve güzeli
bulmada, faydalı ve zararlıyı ayırt etmede zorlanacaklar, bunun için çok zaman
harcayacaklar, çoğu zaman da bu konuda duygularının, geleneklerinin, geçici arzu
ve isteklerinin baskısı altında kalacaklar, gerçek doğru ile pratik yararı
birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdir. İşte bu ve benzeri
sebeplerle Allah rahmetinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiştir:
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiya 21/107).
3. İnsanın belli işlerle sorumlu ve yükümlü tutulabilmesi ve bundan dolayı
onlara sevap ve ceza verilebilmesi için bilgilendirilmesine, bunun için de
peygamber gönderilmesine ihtiyaç vardır. Böylelikle âhirette insanların
"bilmiyorduk, peygamber gönderilmedi" diye Allah'a karşı mazeret ileri
sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır:
"Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki artık
peygamberlerden sonra insanların, Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın..." (en-Nisâ
4/165).
4. Peygamberler sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek
suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır.
Ümmetlerini hem bu dünyada hem de âhirette mutlu kılmaya çaba göstermişlerdir.
c) Peygamberlerin Sıfatları
Peygamberlerin sıfatları deyince onlarda bulunması câiz olan sıfatlarla gerekli
(vâcip) ve zorunlu olan sıfatlar anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok yerinde
vurgulandığı gibi peygamberler de insandır. Onlar da diğer insanlar gibi oturup
kalkar, yiyip içerler, gezerler, evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır
ve ölürler; bu gibi özelliklere, peygamberler hakkında düşünülmesi câiz
özellikler denir. İlâhî emir ve yasaklarla yükümlülük konusunda peygamberler de
diğer insanlar gibidirler. Fakat onlar her hareketleriyle Allah'ın insanlar için
seçtiği kulları ve elçileri, insanların kendilerine bakarak davranışlarına
çekidüzen verdikleri birer örnek olduklarının bilinci içindedirler. Bu sebeple
fakirken, sıkıntıdayken bile Allah'a şükrederler. Haset etmek, içi dışına
uymamak gibi kötü huylardan hiçbiri onlarda bulunmaz.
Her peygamberde insan olmanın da ötesinde birtakım sıfatların bulunması gerekli
ve zorunludur. Bunlara vâcip sıfatlar denir. Bu sıfatlar şunlardır:
1. Sıdk. "Doğru olmak" demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir
insandır. Onlar asla yalan söylemezler. Eğer söyleyecek olsalardı kendilerine
inanan halkın güven duygusunu kaybederlerdi. O zaman da peygamber göndermekteki
gaye ve hikmet gerçekleşmemiş olurdu. Sıdkın zıddı olan yalan söylemek (kizb),
peygamberler hakkında düşünülemez. Bütün peygamberler peygamberlikten önce de
sonra da yalan söylememişlerdir.
2. Emanet. "Güvenilir olmak" demektir. Peygamberlerin hepsi emin ve güvenilir
kişilerdir. Emanete asla hainlik etmezler. Bu konuda bir âyette şöyle buyurulur:
"Bir peygamber için emanete hıyanet yaraşmaz..." (Âl-i İmrân 3/161).
Emanet sıfatının zıddı olan hıyanet, onlar hakkında düşünülmesi imkânsız olan
bir sıfattır.
3. İsmet. "Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak" demektir. Peygamberler
hayatlarının hiçbir döneminde şirk ve küfür sayılan bir günahı işlemedikleri
gibi özellikle peygamberlikten sonra kasten günah işlememişlerdir. İnsan
olmaları sebebiyle günah derecesinde olmayan birtakım ufak tefek hataları
bulunabilir. Ancak onların bu hatası yüce Allah'ın kendilerini uyarmasıyla
derhal düzeltilir. Peygamberlerin bu tip küçük hatalarına "zelle" denilir.
İsmetin karşıtı olan mâsiyetten (günah işlemek) Allah onları korumuştur.
Peygamberler örnek ve önder kişiler oldukları için, konumlarını zedeleyecek
davranışlardan da uzaktırlar.
4. Fetânet. "Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olmaları" demektir. Bunun
zıddı olan ahmaklık peygamberlikle bağdaşmaz. Peygamberler zeki ve akıllı
olmasalardı hitap ettikleri kişileri ikna edemezler, toplumsal dönüşümü
sağlayamazlardı.
5. Tebliğ. "Peygamberlerin Allah'tan aldıkları buyrukları ve yasakları
ümmetlerine eksiksiz iletmeleri" demektir. Tebliğin karşıtı olan gizlemek
(kitmân) peygamberler hakkında düşünülemez.
"Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah'ın
elçiliğini tebliğ etmemiş olursun" (el-Mâide 5/67) meâlindeki âyet, bu sıfattan
söz etmektedir.
d) Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler
İlk peygamber Hz. Âdem'den son peygamber Hz. Muhammed'e kadar pek çok peygamber
gelip geçmiştir. Gönderilen peygamberlerin sayısı konusunda Kuran'da herhangi
bir bilgi bulunmamaktadır. Bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu,
bunlardan 315'ini resullerin teşkil ettiği haber verilmektedir (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, V, 266). Fakat bir âyette
"Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını
anlattığımız kimseler de var. Sana kıssalarını bildirmediğimiz kimseler de
var..." (el-Mü'min 40/78) buyurulması göz önünde bulundurulursa peygamberlerin
sayısı ile ilgili bir rakam belirlemeksizin "Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar
gönderilmiş olan peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin hak ve gerçek
olduklarını kabul ettim" demek daha uygundur.
Kur'an'da adı geçen peygamberler şunlardır:
Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Ya`kub, Yûsuf, Şuayb,
Hârûn, Mûsâ, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyâs, Elyesa`, Zekeriyyâ,
Yahyâ, Îsâ, Muhammed (s.a.s)
Bunlardan başka Kur'an'da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların peygamber
mi, velî mi oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar Üzeyir, Lokmân ve
Zülkarneyn'dir.
e) Peygamberlik Dereceleri
İslâm inancına göre bütün peygamberler, peygamber olmak açısından eşittirler.
Allah, her müslümana aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere
inanmayı farz kılmıştır. Hal böyle olmakla birlikte, onların peygamberliklerini
tasdik ettikten sonra aralarında derece farklılığının bulunabileceği de kabul
edilir. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyrulur:
"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan
bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir..." (el-Bakara
2/253).
Âyetteki "Allah'ın derecelerle yükselttiği kişi"den kasıt, peygamberimiz Hz.
Muhammed'dir. Onun diğer peygamberler arasında üstün ve eşsiz bir yeri vardır.
Çünkü;
1. Hz. Peygamber yaratılmışların en üstünü ve en hayırlısı, Allah'ın en sevgili
kuludur. Bir âyette
"Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz..." (Âl-i
İmrân 3/110) buyurulmuştur. Bir ümmetin en hayırlı ümmet olması, o ümmetin
uyduğu peygamberinin de en üstün varlık olmasını gerektirir.
2. Onun peygamberliği bütün insanlığı kapsamına alır. Halbuki öteki peygamberler
belli topluluklar için gönderilmişlerdir. Bir âyette şöyle buyurulur:
"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik..."
(Sebe' 34/28).
3. Önceki peygamberlerin peygamberliği belli bir zaman dilimini içine alırken,
onun peygamberliği kıyamete kadar sürecektir. O, son peygamberdir; ondan başka
peygamber gelmeyecektir.
4. O son peygamber olunca, onun getirdiği dinin de en son ve en mükemmel din
olması tabiidir. İslâmiyet önceki dinlerin hükümlerini kaldırmıştır. Kıyamete
kadar en son ve en mükemmel din olarak devam edecektir. Bir âyette şöyle
buyrulur:
"Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin
için din olarak İslâm'ı beğendim..." (el-Mâide 5/3).
Hz. Peygamber'den sonra derece itibariyle Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ'nın
içinde yer aldığı ülü'l-azm peygamberler, daha sonra resuller, daha sonra da
diğer nebiler gelir.
Ülü'l-azm peygamberler, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk
karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden dini insanlara tebliğ görevini
yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren
peygamberler demektir. Ülü'l-azm peygamberlerin isminin geçtiği bir âyette şöyle
buyurulur:
"O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nûh'a tavsiye
ettiğini, sana vahyeylediğimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimizi
Allah size de din kıldı..." (eş-Şûrâ 42/13; ayrıca bk. el-Ahzâb 33/7).
f ) Peygamberlik ve Vahiy
Peygamberlik ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. Allah'tan vahiy
almayan peygamber düşünülemez. Yüce Allah, emir, yasak, hüküm ve haberlerini
peygamberine vahyetmek suretiyle yarattığı insanlara dilediğini bildirir.
Sözlükte "gizli konuşma, gönderme, emir, işaret, ilham" gibi anlamlara gelen
vahiy, Allah Teâlâ'nın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti bizce tam
bilinemeyen bir yolla bildirmesi, Allah'la elçisi arasında bir çeşit gizli ve
süratli haberleşme, Allah'ın elçisinin kalbine indirdiği şey demektir. Vahiy bir
haldir, bir yaşayıştır. Nasıllığını ve niteliğini ancak onu yaşayan peygamber
bilir. O, Allah'la peygamberi arasında bir sırdır. Ancak vahyin geliş şekilleri
ve peygamberde meydana getirdiği etkiler ashap vasıtasıyla bilinmektedir.
Vahiy ile, kalpte beliren bilgi demek olan ilham arasında fark vardır. Vahiy
peygambere gelir, Allah tarafından korunur ve gözetim altında peygambere ulaşır.
Peygamber vahyi alırken bilinci yerindedir. İlham ise korunmuş değildir, yanılma
payı vardır ve bilinç dışı olarak Allah'ın sevgili kullarının kalbinde
beliriverir.
Vahyin nasıl bir olay olduğunun ve mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi ve
algılanamayışı, vahiy olgusunu inkâr etmeyi gerektirmez. Çünkü bugün pozitif
bilimlerin özellikle parapsikolojinin ilgilendiği metapsişik olaylar, varlığı
kabul edilen fakat net ve bilimsel olarak açıklanamayan olaylardır.
Yüce Allah bir âyette vahiy ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir
elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder..." (eş-Şûrâ 42/51).
Hz. Peygamber'e vahiy şu şekillerde gelmiştir:
1. Doğru rüyalar. Peygamberimiz'in gördüğü rüyalar, daha sonra gerçek hayatta
aynen meydana gelirdi.
2. Peygamberimiz uyanıkken, Cebrâil tarafından vahyin onun kalbine
bırakılmasıdır. Şu âyet bu çeşit bir vahiyden söz etmektedir:
"Onu, uyaranlardan olasın diye, Cebrâil, apaçık Arapça'yla senin kalbine
indirmiştir" (eş-Şuarâ 26/193-195).
3. Cebrâil'in insan şekline girerek getirdiği vahiy, vahyin en kolay şeklidir.
Cibrîl hadisi diye meşhur olmuş hadis bu yolla gelmiştir.
4. Cebrâil, görünmeden çıngırak sesine benzer bir ses halinde vahyin gelmesidir.
Bu çeşit vahiy, Hz. Peygamber tarafından vahyin en ağır şekli olarak
nitelenmiştir. Kendisinde tehdit ve korkutma olan âyetler bu çeşit vahiyle
gelmiştir. Bu çeşit vahiy gelirken, Hz. Peygamber son derece heyecanlanır,
titrer, çok soğuk günlerde dahi terlerdi (Buhârî, "Bed'ü'l-vahy", 2).
5. Cebrâil'in Hz. Peygamber'e uyku halinde getirdiği vahiydir. Bu tür vahiyle
alınan söz Kur'an değildir.
6. Cebrâil'in kendi aslî şekliyle getirdiği vahiydir. Bu şekliyle vahiy iki defa
gerçekleşmiştir. Birincisi peygamberliğinin ilk günü Hira'da iken, ikincisi de
mi`racda meydana gelmiştir:
"Andolsun ki, onu bir diğer defa da sidretü'l-müntehânın yanında gördü" (en-Necm
53/13-14).
7. Vahyi, Hz. Peygamber'in doğrudan Allah'tan alması veya perde arkasından
Allah'la konuşması şeklinde gerçekleşen vahiydir. Mi`racda gerçekleşmiştir.
g) Peygamberliğin İspatı
Bir peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir
delille mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mûcizeyi duyu
organıyla gözlemek, yahut kesin bilgi ifade eden mütevâtir bir haberle o
mûcizeden haberdar olmaktır. Günümüzde bu deliller ancak Hz. Peygamber için
geçerlidir. Hz. Peygamber'in ise başta Kur'an mûcizesi olmak üzere pek çok
mûcizesi bize tevâtür yoluyla ulaşmıştır.
aa) Mûcize
Sözlükte "insanı âciz bırakan, karşı konulmaz, olağan üstü, garip ve tuhaf şey"
anlamlarına gelen mûcize, terim olarak "yüce Allah'ın, peygamberlik iddiasında
bulunan peygamberini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların
benzerini getirmekten âciz kaldığı olağanüstü olay" diye tanımlanır. Tabiat
kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici bir süre durduran
mûcizenin mahiyeti, pozitif bilimlerle açıklanamaz. Aksi halde bu mûcize
olmaktan çıkar ve olağan bir şey olurdu. O halde mûcize, peygamber olan kişinin,
akılların alamayacağı bir olayı Allah'ın kudreti ile göstermeyi başarmasıdır.
Kur'an'da mûcize terimi yerine âyet, beyyine ve burhan kavramları kullanılır.
Bir olayın mûcize sayılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir:
a) Mûcize gerçekte Allah'ın fiilidir. "Peygamberin mûcizesi" denilmesi,
mûcizenin onun aracılığıyla olması ve onun doğruluğunu göstermesi sebebiyledir.
b) Mûcize peygamberlerde meydana gelir. Peygamber olmayan birinin gösterdiği
olağan üstülüğe mûcize denilemez.
c) Mûcize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır.
d) Mûcize, peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur. Peygamberlik iddiasından
önce veya sonra olmaz.
e) Mûcize, peygamberin isteğine uygun olur. "Dağı yerinden kaldıracağım" diyen
birisinin denizi yarması mûcize sayılmaz.
Kur'ân-ı Kerîm'de bazı mûcizelerden söz edilir. Bunların en meşhurları
şunlardır:
a) Hz. İbrâhim, Bâbil Hükümdarı Nemrud tarafından ateşe atılmış ve ateş Allah'ın
"Ey Ateş, İbrâhim'e karşı serin ve zararsız ol" emrine uyarak onu yakmamıştır
(el-Enbiyâ 21/58-69).
b) Hz. Sâlih'in, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi, Semûd
kavminin azarak deveyi kesmesi, buna karşılık yüce Allah'ın müthiş bir deprem
ile onları yok etmesi (eş-Şuarâ 26/141-158).
c) Hz. Ya`kub'un oğlu Yûsuf'un gömleğini kör olan gözüne sürmesi sonucu
gözlerinin açılması (Yûsuf 12/92-96).
d) Hz. Mûsâ'nın elindeki asânın yılan haline gelmesi (Tâhâ 20/17-21); elini
koynuna sokup çıkardığında elinin eksiksiz ve bembeyaz olması (Tâhâ 20/22;
en-Neml 27/12; el-Kasas 28/32); asâsının Firavun'un huzurundaki sihirbazların ip
ve sopalarını yutuvermesi (Tâhâ 20/65-70); asâsını denize vurunca denizin
yarılıp, İsrâiloğulları'nın açılan yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği
sırada denizin tekrar kapanıp onları boğması (eş-Şuarâ 26/61-66).
e) Hz. Süleyman'ın bir kuşla konuşması (en-Neml 27/20-28); karıncanın sözünü
anlaması (en-Neml 27/18-19).
f) Hz. Îsâ'nın Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapıp, onu üflediği zaman canlı bir
kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alaca hastalığına
yakalanmış kimseyi iyileştirmesi (el-Mâide 5/110), havârilerin isteği üzerine
gökten bir sofra indirmesi (el-Mâide 5/114-115).
bb) Diğer Olağan Üstü Haller
Diğer olağan üstü haller, olağan üstü olmak açısından mûcizeye benzerse de
aralarında büyük fark vardır. Mûcize peygamberlik görevini üstlenmiş bir
peygamberde meydana gelir. Mûcizede peygamberin meydan okuması da vardır. Mûcize
dışındaki olağan üstülükler, peygamber olmayan kişilerde görülür. Bu tip
olaylarda meydan okuma da söz konusu değildir. Ayrıca mûcize taklit edilemezken,
diğer olağan üstülükler taklit edilebilir. Mûcize dışında kalan diğer olağan
üstü durumlar şunlardır:
a) İrhâs. Peygamber olacak şahsın, henüz peygamber olmadan önce gösterdiği
olağan üstü durumlardır. Hz. Îsâ'nın beşikte iken konuşması gibi (el-Mâide
5/110-115).
b) Keramet. Peygamberine gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan velî
kulların gösterdikleri olağan üstü hallerdir.
c) Meûnet. Yüce Allah'ın velî olmayan bir müslüman kulunu, darda kaldığı veya
sıkıntıya düştüğü zaman, olağan üstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan
kurtarmasıdır.
d) İstidrac. Kâfir ve günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun olarak
meydana gelen olağan üstü olaydır.
e) İhanet. Kâfir ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerine aykırı olarak
meydana gelen olaydır. Meselâ, peygamberlik taslayan inkârcılardan Müseylime,
tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye dua etmiş, bunun üzerine adamın öbür
gözü de kör olmuştur.
h) Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin İspatı
Hz. Peygamber'in, peygamberliğini ispat eden mûcizeler genellikle üç başlık
altında incelenir.
aa) Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur'an Mûcizesi
Kur'an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk verecek
derecede büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri dönemleri
geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde, Kur'an
mûcizesi kıyamete kadar sürecek bir mûcizedir. Hz. Peygamber bir hadislerinde,
"Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları
bir mûcize verilmiş olmasın. Bana mûcize olarak verilen ise, ancak Allah'ın bana
vahyettiğidir" buyurmuştur (Buhârî, "İ`tisâm", 1).
Kur'ân-ı Kerîm, hem söz hem de anlam yönünden mûcizedir. O, Arap edebiyatının
zirvede olduğu bir dönemde inmiş, Araplar'a kendisinin bir benzerini getirmeleri
için meydan okumuş, üslûbu, şaşırtıcı nazmı (ifadesi, lafzı), fesahat ve
belâgatıyla onları âciz bırakmıştır. Ümmî olan Peygamber'in, Allah'tan aldığı
vahiy ile insanlara bildirdiği Kur'an, en yüksek gerçekleri kapsamaktadır. Bilim
ve tekniğin sonradan ulaştığı gerçekleri Kur'an asırlarca önceden haber vermiş,
hiçbir buluş ve bilimsel gelişme, onun içeriği ile ters düşmemiştir.
bb) Hissî Mûcizeler
Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla
algılanabilen olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir. Hz. Peygamber'in hissî
mûcizelerinin bir kısmı kendi şahsı ile ilgilidir. Ashaptan, Hz. Muhammed'in
bedenî ve ruhî özellikleri, üstün ahlâkı ve örnek davranışları ile ilgili olarak
nakledilen rivayetler, bunları değerlendiren ilim adamları ve bilge kişiler
nezdinde, böyle yüce niteliklerin ondan önce ve sonra hiçbir kimsede
toplanmadığı yönünde kesin bir ortak kanaat oluşturmuştur.
Nitekim bir yahudi iken Müslümanlığı kabul eden Abdullah b. Selâm, Hz.
Peygamber'le ilk karşılaştığında:
"Bu yüz asla bir yalancı yüzü olamaz" demekten kendini alamamıştır.
Hz. Peygamber ömrü boyunca bu üstün nitelikleri kendisinde korumuş, inanmayanlar
aşırı düşmanlıklarına rağmen onda eleştirebilecekleri bir yön bulamamışlardır.
Bu da onun peygamberlik iddiasını destekleyen çok güçlü bir delil kabul
edilmiştir. Çünkü yüce Allah'ın, peygamber olmadığı halde peygamberliğini ileri
süren bir kimsenin şahsında bunca üstünlükleri ve erdemi toplaması, ona 23 yıl
müsaade etmesi, sonra da tebliğ ettiği dini, diğer dinlere üstün kılıp
düşmanlarına galip getirmesi ve ölümünden sonra eserlerini kıyamete kadar
yaşatması aklen imkânsızdır.
Ayrıca, Hz. Peygamber'in İslâm çağrısını ilk kez, kitap sahibi olmayan ve
hikmetten anlamayan bir kavme yöneltmesi, onlara kitabı ve hikmeti açıklaması,
dinî ve hukukî hükümleri öğretmesi (el-Bakara 2/151) ve onların ahlâkını
mükemmelleştirmesi de onun kişiliği ile ilgili hissî mûcizeleri arasında
sayılmıştır.
Hz. Peygamber'in hissî mûcizelerinin bir kısmı da şahsının (bedeni ve kişiliği)
dışında meydana gelmiştir. Bu tip mûcizelerinin en meşhurları şunlardır:
a) Bir gecenin çok kısa bir anında Mescid-i Harâm'dan, Mescid-i Aksâ'ya gitmesi
ile başlayan isrâ ve mi`rac mûcizesi (el-İsrâ 17/1).
b) Ayın iki parçaya ayrılması (Buhârî, "Menâkıb", 27; Müslim, "Münâfikun", 8).
c) Taşın Hz. Peygamber'le konuşması (Müslim, "Fezâil", 2).
d) İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra,
Hz. Peygamber'in minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz.
Peygamber'in ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması
(Buhârî, "Menâkıb", 25).
e) Hayber fethinde bir yahudi kadının, Hz. Peygamber'i öldürmek amacıyla, ona
kızartılmış zehirli koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu
koyunun haber vermesi (Buhârî, "Tıb", 55; Müslim, "Selâm", 18; Ebû Dâvûd,
"Dıyât", 6).
cc) Haber Şeklindeki Mûcizeler
Bu tür bir mûcize, Hz. Peygamber'in herhangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği
halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberleri ifade eder. Haberî
mûcizeler arasında şunlar sayılabilir:
a) Hz. Peygamber önceki ümmetlerin tarihini okumadığı halde, yahudi ve
hıristiyan bilginlerinin, geçmiş peygamberler ve eski ümmetler hakkındaki
çeşitli sorularını vahiyle cevaplandırmıştır.
b) Bedir Savaşı gününde, düşman ordusundan kimlerin nerede öldürüleceklerini
önceden haber vermiş ve dediği gibi çıkmıştır (Müslim, "Cennet", 17).
c) Kur'an'daki "Yakında o (müşrik) topluluğu bozulacak ve onlar arkalarını dönüp
kaçacaklardır" (el-Kamer 54/45) âyeti Mekke'de inmiş, âyetin haber verdiği
husus, Bedir Savaşı'nda gerçekleşmiştir.
d) Yine Kur'ân-ı Kerîm'deki "Kur'an'ı sana farz kılan Allah, elbette seni
dönülecek yere (Mekke'ye) döndürecektir..." (el-Kasas 28/85) âyetinde haber
verilen husus Mekke fethiyle gerçekleşmiştir.
e) Peygamberimiz bir hadislerinde,
"Yeryüzü önümde dürülmüş ve onun doğusu ile batısı bana gösterilmiştir.
Ümmetimin hâkimiyeti, bana dürülüp gösterildiği yerlere kadar ulaşacaktır" (Ebû
Dâvud, "Fiten", 1) buyurmuştur.
Gerçekte de öyle olmuş, İslâm'ın sesi, dünyanın her tarafına ulaşmıştır.
Kaynak: İslam ilmihali
"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe,
kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmaktır." Müslim, İman
“Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık." Kamer, 54/49
“O, göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk
edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve
yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” Furkan, 25/2
"Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz
onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz
bu, Allah’a göre kolaydır." Hadid, 57/22